Bir evin alakasız köşeden doksana topu göndermeye çalışan kız çocuğuydum. Şahsıma tahsis edilmiş nimetlere şükretmeyi öğrenir öğrenmez kendine sorular sormaya başladım.
Ben kimim?
Dünya nasıl bir yer?
Burada ki misyonum neler?
Derken ver elini yanlış cevaplar silsilesi. Yanlış cevap dediğin öyle ‘Kim Milyoner İster’ sorusu değil ki sıkıştığın yerde jokerini kullanasın. Barajı geçeceğim ümidiyle yapıştırıyorsun ‘Eminim! Son kararımı’
Ve hayat dediğin şey sana doğru cevabı yeşil ışık yakarak göstermiyor.
Bir an, bir olay, bir insan sapasağlam üzerine bastığın, her gün yeni bir yanlışla inşa ettiğin o yıkılmaz sandığın kale ‘Puf!’ dönüşüyor kum tanelerine.
Dil öyle yetersiz, öylesine aciz ki Mevlana ‘Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır’ dememiş olsaydı şimdi bu cümleyi ben kurmuş olurdum. Kalbin dil ile benzeşiği nokta eşanlamlılar gibi söylenişler, yazılışlar aynı lakin anlamlar farklı.
Milyonlarca insan, aynı atmosferin altında öyle farklı yaşamlar sürüyoruz ki her birimizin kendi doğrusu var derdim eğer bu yazıyı yazan kız bir öncekilerini yazan ile aynı olsaydı. .
Hiçbir şey için geç olmamış olması belki de dünyayı daha çekilir kılıyor.
Sayısız kişisel gelişim kitabının içinde boğuşurken fark edemediklerini, anladığını, bildiğini sandıklarını hakiki sevgi öylesine yumuşak bir tokatla yüzüne vuruyor kaleci ile karşı karşıya kalıp topu taca bırakıyorsun. O gerçek sevgi önce senin kim olduğunu, buradaki amacını ve son olarak ‘Burası dünya, burası bu kadar işte’ cevabını verdiriyor.
Nefs ile olan mücadelenin galibi olduğunda tüm o sorunlar son buluyor. Teslimiyetin pamuklarla sarıp, sarmalıyor seni, yaşam işte o zaman binbir çiçeğinin rengi yansıtıyor.
Herşey hayır ile kapımızı çalar. Kapıyı çalıp hayra vesile olan elleri bırakmadan yürüyebilmek asıl mücadele. Ne mutlu mücadelesinde umudunu yitirmemişlere.